Apar topar Ankara'ya döndüğümde, henüz ne hissedeceğimi bile bilmiyordum. Uçakta gözlerimi bile kapatmamıştım. Aklımda hep aynı soru dönüp duruyordu: Babam gerçekten hatalı bir işlem yapmış olabilir miydi? Ülkedeki en ünlü kalp cerrahı, yılların tecrübesi, hata yapabilir miydi? Kendini işe o kadar adamış bir insandı ki çocukluğumda ona ait çok az anı hatırlayabiliyordum. Evin içinde bir hayalet gibi dolaşıyordu. Geç saatlerde açılan kapıların gıcırtısı, birkaç homurdanma ve yorgun sesler. Evde olduğu günlerde kaskatı sevimsiz bir yüzle etrafındakilere bakar çoğu zaman konuşmazdı. Onunla konuştuğum anların çok nadir olduğunu hatırlıyorum. O evdeyken herkesin çıkardığı seslere dikkat ettiğini, en ufak bir çıt bile çıkarmamaya çalıştığını biliyorum. Derin bir huzursuzluk ve korku hakimdi. Evde olduğu o kısa zamanlarda bile odasında hep bir şeyler okurdu. Bu zamana kadar hatalı tek bir ameliyatı bile olmamıştı.
Böylesine çalışkan bir adamın, bu kadar önemli bir ameliyatı gerçekleştirirken hata yapması mümkün müydü?
Uçağın tekerlekleri piste değdiği an kalbim göğsümden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Çoğu zaman ölümle burun buruna gelmiştim ama şu an hissettiklerim çok farklıydı. Bu kez tehlike dışarıdan değil, içimden geliyordu. Havalimanından çıkar çıkmaz ilk işim annemin evine gitmek oldu. Uzun zaman sonra o eve dönecek olmak içimdeki sıkıntıyı büyütüyordu. Ankara mı soğuktu yoksa benim kalbim mi üşüyordu anlayamamıştım.
Eve vardığımda kapının önünde bir süre cesaretimi toplamaya çalıştım. Elimi hafifçe kaldırıp kapıyı tıklattım. Tık. Tık. Tık. Bu sesler zihnimin içinde dalgalanarak geçmişime uzandı. Kısa bir süre içerisinde kapı yavaşça aralandı. Kapının arkasında uzanan bir kişi şiş gözlerle karşısındakinin kim olduğunu anlamaya çalıştı.
Annem beni görünce bakışları bir an dondu. Sonra sitemli bir şekilde kapının arkasından çekilip herhangi bir karşılamada bulunmadan evin içine doğru süzüldü. Beklediğim tepkiyi vermiş olsa da kalbimde derin bir sızı hissettim. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin ailesinden aldığı her darbe yüreğinde derin yaralar açabiliyordu.
Derin bir nefesi ciğerlerime çekerken saçlarımı kulağımın arkasına belli belirsiz sıkıştırıp içeri girdim. Benim salona girmemle sesi kısık olan televizyonun sesi açılmaya başlandı. Annem ben burada değilmişim gibi şiş gözlerle televizyon ekranına bakıyordu. Üzerindeki sabahlığı sıkı sıkı bağlamıştı. İçeriye kısa bir bakış attığımda odadaki eşyaların yerini koruduğunu gördüm. Ufak tefek aksesuarlar dışında hiçbir şey değişmemişti. Perdelerden sızamayan gri ışık, odanın içine mat bir yalnızlık serpmişti. Zaman burada durmuş gibiydi.
"Nasılsın anne?" diye sordum. Annem bana her şeyin sorumlusu benmişim gibi ser bir bakış attı.
"Nasılmışım? Hah!" dedi kendi kendine. Ardından tekrar televizyon ekranına bakmaya başladı. Yol yorgunu olduğum için bir köşeye oturmak istedim ama koltuklara baktığımda sanki onların bile beni reddettiğini hissettim.
"Lütfen, böyle yapma."
Annem sanki öfkesini çıkaracak anı bekliyormuş gibi aniden bana döndü.
"Bu zor zamanlarımızda sen neredesin Neslihan?"
Yine aynı konu açıldığı için sıkkınlıkla nefesimi verdim. "Bana ihtiyaç duyan insanlar olduğunu biliyorsun anne."
"Ben seni, kendini öldürt diye yetiştirmedim. Eline bir silah aldın, oyuncakmış gibi her deliğe onunla giriyorsun."
"Konu ne zaman benim işime geldi yine?"
"Konu hep sensin! Baban tutuklanırken neredeydin? Bir hafta oldu. Ben burada acılar içerisindeyken sen Allah bilir hangi delikteydin."
Ona söyleyebilecek çok fazla sözüm olsa da acısını anlamaya çalıştığım için kendimi tutup yorum yapmadım. İçindeki bütün kin ve nefreti kusmasına izin verdim.
"Babam ne durumda?"
Annem uzun bir süre ekrana bakıp cevap vermeyi reddetti. İçinde hala bana kusacağı çok büyük bir nefret vardı. Bu nefreti yutup asıl konudan bahsetmesi gerektiğini fark etti.
"Nasıl olsun? Perişan halde. Bu kadar iyi bir doktorun hata yapabileceğine inanıyor musun? Herhangi bir suçu olmadığını söylüyor."
"Anladım." Diye kısa bir yorum yaptım. Annem yüzüme tiksinti dolu bir ifadeyle baktı.
"Babanın kumar borcundan haberin var mıydı?" diye sordu. Bu beklemediğim bir soru olduğu için bir an bocaladım.
"Babam kumar mı oynuyordu?"
"Anlaşılan evet." Dedi başıyla televizyonu işaret ederken. Dönüp televizyona baktığımda haberlerde yine babamın resmini gördüm. Spiker babamın bir süredir kumar oynadığını ve birikmiş kumar borcunu ödemek için hastaneye niteliksiz cihazları aldırdığını bu cihazlar üzerinden gelir elde ettiğini söylüyordu. Gördüğüm haberle birlikte gözlerim kararır gibi oldu.
Annemi ziyaret etmemin ardından taksiye atlayıp babamla görüşmeye gittim. Çocukluğumda hafızama kazınmış sert bakışlar gözlerimin önüne gelirken içim titredi. Girdiğim onca zorlu görevler içerisinde babamla yüzleşmek beni çok daha fazla tedirgin etmişti. Fakat onu gördüğüm ilk an, zihnimdeki bütün şemalar yıkıldı. Babamın gözleri, far görmüş tavşan gibi bakıyordu. Nerede olduğunu, neden orada olduğunu anlayamayan gözler… Beni görünce o gözlerde belli belirsiz bir parıltı yakalar gibi oldum. Fakat karşıma oturduğunda bu parıltının yerini hüzünlü bir ifade aldı. Onu hiç bu kadar karamsar görmemiştim. O hep kendinden emin biriydi. Biraz kibirli olduğu da söylenebilirdi. Şimdi ise yaşlı, mahzun bir adam gibiydi.
"Nasılsın?" diyerek aramızdaki sessizliği bozdum. Ellerini başının arasına alıp kısa bir süre kendini toparlamaya çalıştı.
"İyi değilim."
"Neler oldu baba? Söylenenler doğru mu?"
Babam hızla başını iki yana salladı. "Ben yanlış hiçbir şey yapmadım. Çok riskli bir ameliyattı. Bu ameliyattan önce oluşabilecek komplikasyonları yetkili herkese bildirmiştim. Başbakan bunları dikkate alarak bu ameliyatı kabul etti. Neden tutuklandığımı anlamıyorum."
Babamın gözlerinin içine baktığımda yalan söylemediğini anlamıştım. İyi bir baba olamamıştı belki ama iyi bir doktor olduğuna emindim.
Tereddüt ederek konuştum. "Kumar borçların peki?"
"İftira atıyorlar. Ben ve kumar, hı? Oyunlardan ne kadar nefret ettiğimi herkes bilir. Ben bütün ömrümü bu mesleğe adadım. Dünyevi zevklerim hiçbir zaman olmadı."
Bunu ben de biliyordum ancak bu söylenenlerin arkasındaki mantığı kavrayamıyordum. Başbakanın ölümü neden bir kişiye mal edilmek isteniyordu. Babamın yanından ayrıldığımda zihnimde pek çok soru dönüyordu. Cevapsız kalan onca soru içerisinde onu düştüğü çukurdan nasıl kurtaracağımı bilemiyordum.
Cebimdeki telefonun titremesiyle gerçek dünyaya dönmüştüm. Ekranda tanıdık bir isim: İhsan Yıldırım. Oturduğum yerde doğrulup boğazımı temizledikten sonra telefonu cevapladım.
"Evet, efendim."
"Akşam için bir planın var mı?"
"Yok efendim."
"O halde birlikte yemek yiyelim."
Yapılan bu teklif beni şaşırtsa da kabul ettim. Taksi şoförüne yeni konumu tarif edip yol boyunca zihnimi sakinleştirmeye çalıştım. Kafamda dönen o kadar çok soru vardı ki, algılarım adeta kapanmıştı. Kafamda biriken bu sorular, susturamadığım bir uğultuya dönüşüyordu.
İhsan Yıldırım'ın bu ani telefonu ise beni başka bir karanlığa çağırıyordu. Üzerinde çok düşünmek istemedim. Günün sonunda karargâha uğrayıp üstlerimle görüşmem gerekiyordu. Bu görüşme sadece biraz daha erken ve beklenmedik bir şekilde gerçekleşmişti.
Restoranın ağır meşe kapısını ittiğimde, önce yüzüme çarpan sıcak havayla irkildim. İçerisi dışarıya kıyasla fazlasıyla sıcaktı ama bu sıcaklık samimiyetten çok boğucu bir lüksün yansımasıydı.
Ayakkabılarım, cilalı mermer zeminde neredeyse yankılanacak kadar net sesler çıkarıyordu. Her şey fazla düzenliydi. Masalar simetrik, sandalyeler neredeyse milimetrik ölçülmüş gibi hizalanmıştı. Garsonlar birer gölge gibi sessizce dolaşıyor, hiçbir ayrıntıdan taviz vermeden rollerini oynuyordu.
Tavana kadar uzanan cam pencereler Ankara'nın puslu gece silüetini yansıtıyordu. Loş ışıkların altında gözüm hemen köşedeki masaya kaydı. Onu gördüm. İhsan Yıldırım. Siyah takım elbisesinin içine buz gibi bir sakinlik giymişti sanki. Kadehini hafifçe çeviriyor, gözlerini camdan dışarıya dikmişti.
Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı ama bu gülümseme beni karşılamak için değil, kendi iç dünyasında kurduğu bir oyunun parçası gibiydi.
Adımlarımı dikkatle atarak ona doğru yürüdüm. Masaya yaklaştığımda göz göze geldik. Sağ elimi tam kaş hizama kadar kaldırıp keskin bir asker selamı verdim.
İhsan, eliyle zarif bir hareket yaparak karşısındaki masaya oturmamı işaret etti. Sandalyeyi çekip karşısına oturdum.
"Ben yemekleri çoktan sipariş ettim. Senin için sorun değildir umarım." Diye nazik bir açıklamada bulundu.
"Değil efendim."
"İyi misin? Senin cephende haberlerin kötü olduğunu öğrendim."
İlgili tavrından ötürü hafifçe gülümsedim. "Nezaketiniz için teşekkür ederim. Olayları anlamaya çalışıyorum."
Ben konuşurken garsonlar yemekleri servis etmeye başladı. Ortaya konan ara sıcakların ardından ikimizin önüne de birer biftek bırakıldı. Garson şarap isteyip istemediğimi sorduğunda nazikçe reddettim.
Garsonun uzaklaşmasıyla birlikte İhsan, yemeğe başlamamı işaret etti. Ardından kendisi bifteğinden büyük bir ısırık aldı.
"Konuyu uzatmayı sevmediğimi biliyorsun. Buraya seni yeni görevini vermek için çağırdım."
Önümdeki bardağı uzanıp birkaç yudum su içtim.
"Evet, efendim."
"Bu sefer görevin biraz farklı olacak. İstihbarat sağlamaktan biraz daha ötesine gitmen gerekecek."
"Peki, efendim." Dedim kısaca. Ailemin beklenmedik durumu ortaya çıktığı için bana verilecek herhangi bir görev çok ağır gelecekti. Yine de bu mesleğe başlarken her türlü zorluğu kabul ederek başlamıştım.
"Ülkemizde son yıllarda yeni bir suç örgütü yapılandı. Bu örgüt yıllarca çok sinsi bir şekilde çalıştı. Bizlerin dikkatini son birkaç yıl içinde çekmeye başladı."
"Ne gibi bir örgüt?"
"Aklına gelebilecek her türlü işi yapıyorlar. Bu işlerden kazandıkları paraları açtıkları zincir işletmeler aracılığıyla aklayarak kullanabiliyorlar. Elimize ulaşan bilgilere dayanarak on yedi lider tarafından yapılandığını biliyoruz. Fakat bu kişilerin kim olduğu açık değil. İşleri o kadar karışık kanallar aracılığıyla yürütüyorlar ki, işin içinde kimlerin olduğunu bulmak imkansız."
"Peki benim ne yapmam gerekiyor?" diye sordum görevi daha iyi kavrayabilmek için. İhsan, yemeğine ara verip gözlerimin içine baktı.
"Bu örgüt 17 basamaktan oluşuyor. Her basamak bir üstünü perdeleme görevini üstleniyor. Basamakların en altında, örgütün en dip noktası, sokaklardaki temsilcisi, 17 numara, bilinen tek kişi."
Bu durum işi ilginç hale getirmişti. Böylesine bir ağda bilinen tek bir kişinin olması, aklıma pek yatmamıştı.
"Sadece bir kişinin bilinmesi, diğerlerini tehlikeye atmıyor mu?"
İhsan bıyıklarının altından hafifçe gülümserken tekrar yemeğine döndü.
"Elbette hayır. Çünkü 17 numaraya erişmek, onun altındaki sırları çıkarmak bile neredeyse imkânsız."
"Neden?" diye sordum anlam veremeyerek. Her sistemin mutlaka bir açığı olurdu.
"Yıllarca kendini gizlemiş ve büyümüş bir yapılanmadan bahsediyoruz. 17 numaranın da şimdi görünür olmasının ardında bir neden var. Bu ağın yüzü haline getiriliyor. Evet, birçok şeye hâkim ancak dediğim gibi o bu ağın yüzü. Derinlerde çok daha büyük bir yapılanma söz konusu. Bu yapılanmaya ulaşmak için de 17 numara bir anahtar görevi üstleniyor."
"17 numarayı yakalayıp sorgulayarak diğerleri yakalamak mümkün değil mi? Bu karmaşaya kökten çözüm olmaz mı?
İhsan beni bu konuda fazla toy bulmuş olacak ki alaycı bir ifadeyle güldü. Ağzına bifteğinin son lokmasını attıktan sonra konuştu.
"17 numarayı yakaladıktan sonra onunla birlikte hapse tıkabileceğimiz kişiler sadece ona çalışanlar olabilir. Ötesine geçemeyiz. Bununla birlikte bu suç örgütünün dışarıya kapanacağını ve tekrardan işlerini perdenin arkasından gizlice yürüteceklerdir. Belki de kendilerini güvence altına almak için liderlerin sayısı arttırılacak, dikkatleri çok daha fazla bölgenin üzerine yayacaklardır. İhtimaller çok fazla. İçeriden direkt bilgiye erişmekten başka şansımız yok."
Görevi tam olarak anlayamadığım için bir süre bana anlatılanları sindiremeye çalıştım.
"Sıradan görevlerim gibi olmayacağını söylediniz. Yani uzaktan bu adamın işlerini izleyerek size rapor vermemi beklemiyorsunuz."
"Evet. Bunu yapan adamlarımız var zaten. Henüz yeterli bilgiye ulaşabilmiş değiller. Ben senden daha zor bir şey istiyorum: Bu adamın güvenini kazanmanı."
Söyledikleri karşısında küçük dilimi yutacaktım. Bu bir intihar görevinden başka bir şey değildi.
"Anlayamadım." Dedi sesimi bulabildiğimde.
"Onun bu dünyada en güvendiği insan olmanı istiyorum. Bütün sırlarını anlattığı tek kişi olmanı…"
İhsan'ın bu teklifinin gerçek olduğuna inanmakta zorlandım. Bu, neredeyse delilikti. Böyle bir görevin gerçekleşmesi mümkün müydü?
"Bunu gerçekleştirmek imkânsız."
"Evet, en başında bunun zor bir görev olduğunu sana söylemiştim."
Bana verilen bu görev başlı başına saçmalıktı. Karşımdaki kişi normal biri olsaydı suratına ne kadar gereksiz konuştuğunu söyleyebilirdim. Ne yazık ki değildi. Etrafıma bakındım. Koca restoranda müşteri olarak sadece biz vardık. Böyle riskli bir görevi bana açıkladığı mekâna kadar her şey saçmaydı.
"Burası böyle bir görevi vermek için uygun mu sizce?" diye sordum kendimi tutamadım. Damarlarımda dolaşan adrenalin kısa bir süre bana karşımdakinin kim olduğunu unutturmuştu.
"Buranın sıradan bir mekân olduğunu düşünüyorsan, yanılıyorsun Neslihan." Dedi bıyıklarının altından gülerek. Etrafıma daha dikkatli baktım. Buradaki herkes, ajan mıydı?
"Düşündüğün gibi."
"Yine de… üzgünüm ama sanırım ben bu görevi kabul edemeyeceğim."
İhsan'ın kaşları şaşkınlıkla hava kalktı. İşimizi yaparken elbette ki kendi tercihlerimiz söz konusu değildi. Fakat böyle bir görevi kabul etmem mümkün değil. Yıllarca aldığım eğitimi bir adamın güvenini kazanmakla harcamak istemiyordum. Gerekirse görevimden istifa ederdim.
"Şimdi izninizle, gidebilir miyim." Diye sordum ayağa kalkarken. Gün boyunca yaşadıklarım, hissettiğim duygu değişimler, sırtıma binen yükler fütursuzca hareket etmeme neden olmuştu. İhsan'ın onayını beklemeden masadan ayrıldığımda arkamdan seslendi.
"Babanın suçlu olmadığını düşündüğünü biliyorum."
Duraksadım. Omzumun arkasından İhsana baktığımda, yüzünde aynı gülümseme vardı. Bu gülümsemenin ardındaki planları görebiliyordum.
"Verdiğim görevi kabul edersen, babanın bütün suçlamalardan aklanmasını sağlayabilirim."
Bu teklif karşısında büyük bir ikilem çukuruna düşmüştüm. Ve bu çukurdan nasıl çıkacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu.