Cherreads

Chapter 2 - -2-

"Mesele o değil! Ailem kampüsteydi!"

Ailem… Onlar hakkında endişelensem de, bize aile bile denemezdi.

Annemin ölümünden sonra birbirimizle olan bağımız zayıfladı. Dört kişi aynı evde ayrı hayatlar yaşıyorduk. Kimse birbirini umursamıyor, sadece kendi dünyasında yaşıyordu. Yine de endişelendim çünkü onları seviyordum. Hiçbir şeyin böyle olmasını istememiştim.

Ben lise son sınıfken eve ne zaman gelsem hep aynı tabloyu görürdüm. Babam viskisini içiyor ve solgun, ifadesiz bir yüzle bahçeye bakıyordu. Annemin ölümünden sonra major depresyon teşhisi konuldu babama. Doğru düzgün konuşmuyor, çok nadir tepki veriyordu.

Babam benim gittiğim üniversite olan Belmare Elysium'daydı ve emekli olmadan önce tıp fakültesinde bölüm başkanıydı. Bu okulu seçme sebebim biraz da buydu, ama bir yandan istediğim ve şu an okuduğum bölüm olan mimarlığın en iyi eğitimi burada veriliyordu. Üstelik liseden beri bu okulda okuyordum, eğitim sistemini her şekilde seviyordum. Mimariye ve dekorasyona da lisenin ilk zamanlarında merak salmıştım, sonrasında gerisi geldi.

En büyük abim Max ise sürekli odasındaydı ve saatlerce birtakım formüller üzerinde çalışırdı fakat hiç ışığını ya da kapısını kapatmazdı. Her zaman bunun bir sebebi olduğunu düşündüm ama pek de kafa yormadım. Akşamları çalışmaya mola verirdi ve sanki göreviymiş gibi bize yemek yapardı.

Yemekten sonra genelde bahçedeki seraya giderdi, bitkilerle uğraşmayı severdi. Büyük ihtimalle çiçekleri suluyor, gübre veriyordu ama hiçbir zaman tam anlamıyla ne yaptığını bilmedim çünkü burası girdi mi kapısını kapalı tuttuğu tek yerdi. Garip bir şekilde merak edip de hiç girmedim, seranın içi çok sıcaktı ve ben orada bulunmayı pek sevmezdim.

O sırada ortanca abim Martin'i çok nadir evde görürdüm. Eskiden annemin kaybından sonra benimle ilgilenen tek kişiydi ancak bu fazla sürmedi. Onu evde gördüğüm zamanlarda ise ya içkiliydi ya da günlüğü olduğunu düşündüğüm deftere bir şeyler yazardı.

Max abimin aksine kapısını genelde kapalı tutardı. Üniversiteye geçtiğimde, fakültelerimiz yan yana olduğundan ara sıra onun bazı kız arkadaşları olduğunu görürdüm ancak hiçbir zaman onları ailemizle tanıştırmadı. Anlaşılır bir şeydi, böylesine kopuk bir aile onun kız arkadaşlarında iyi bir izlenim bırakmazdı.

Sırf onu görebilmek için onun fakültesindeki otomattan bir şeyler alırdım, bazen görürdüm bazen göremezdim. Oradaki kahveleri de severdim, bizim fakülteye kıyasla daha fazla aroma mevcuttu. Yine bir gün kahve alırken onun kız arkadaşlarından biriyle karşılaştım. Adı Leni'ydi ve ilk o benle konuşmuştu.

"Hey, sana bir şey söyleyeceğim."

Ona doğru döndüm, son zamanlarda abimin yanında gördüğüm kızdı bu.

Oldukça güzel bir kızdı; dümdüz, uzun, sarı saçları ve bal rengi, biraz da çekik gözleri vardı. Giysileri de oldukça şıktı, kırmızı elbisenin üstüne siyah deri ceket giymişti ve kırmızı rujlu ağır bir makyajı vardı. Kulağında da bir sürü gümüş renkli küpe vardı.

Birden oldukça güçlü bir kıskançlık duydum. Abimin tüm ilgisine ve odağına sahipti, tıpkı daha önceki kız arkadaşları gibi. Nasıl ki, bana o ilginin milyonda birini bile göstermiyordu.

Bunca zamandır abimi gizli gizli izlediğimi söyleyemezdim, bu yüzden bilmiyormuş gibi yaptım.

"Senli benli konuşacak kadar samimi miyiz? Sizi tanıyamadım."

"Sizi" kelimesini vurguladım.

Birden kahkaha attı.

"Direkt konuya gireceğim. Erkek arkadaşımda gözün olduğunu biliyorum, sürekli buraya gelip bizi izliyorsun."

Sözleri karşısında şok olmuştum.

"...ne?"

Leni birden abartılı ve sahte bir şekilde tatlı konuşmaya başladı.

"Tatlım, sana karşı dürüst olacağım. Elbette birinden hoşlanmak çok normal bir şey ancak kızların sevgilime bakmasından hoşlanmıyorum, beni oldukça rahatsız ediyor. Anlıyorsun, değil mi? Senin bize, özellikle sevgilime nasıl baktığını pek çok kez gördüm. Bu yüzden, lütfen başka birini sevmeye çalış. Oldukça güzel bir kızsın, eminim çevrende sana hayran birçok yakışıklı erkek bulabilirsin."

"Ne saçmalıyorsun Leni?"

Birden birisi oldukça sinirli ve ciddi bir ses tonuyla bu soruyu sordu.

Martin, Leni'nin tam arkasında duruyordu.

Leni bir an korktu, sonra arkasına baktı.

"Ah aşkım, burada mıydın?"

Martin oldukça sinirli gözüküyordu ama sebebini anlayamamıştım. Bu sözleri Leni'ye söylemişti ama direkt olarak bana bakıyordu.

"Aşkım bu kızı sürekli sana bakarken görüyorum. Resmen sürekli seni görmek için buraya geliyor. Saçmaladığım falan yok, sadece yapmam gerekeni yaptı-"

Martin, Leni'nin sözünü kesti.

"O benim kardeşim."

Bunu söylerken o öfkeli bakışlarını benden ayırmadı.

Ben de ona aynı şekilde öfkeyle bakarak karşılık verdim, nasıl olur da kız arkadaşının benim varlığımdan haberi bile yoktu? Hiç mi fotoğrafımı göstermemişti ona?

Leni şaşırmıştı ve elini ağzına götürdü: "Ayy! Ayyyyyyy çok özür dilerim."

O kadar sinir bozucu bir sesi vardı ki insanın sağır olası geliyordu.

"B-ben senden hoşlanan o kızlardan biri sandım, eğer kız kardeşin olduğunu bilseydim asla böyle davranmazdım. Çok utandım yaa!"

Hiç de utanmış gibi gözükmüyordu.

Leni bana doğru yürüdü ve özür diledi:

"Tatlım, çok, çok özür dilerim! Seni incitmek gibi bir amacım asla yoktu. Her şeyi çok yanlış anlamışım, gerçekten ne diyeceğimi bilmiyorum."

Yine de özür dilediği için biraz yumuşamıştım, en azından onun hakkındaki kötü düşüncelerim azalmıştı.

"Unut gitsin, ben gidiyorum."

"Nereye?"

Tam gidecekken Martin böyle bir soru yöneltti.

"Dersim var. Hem bakarsın, orada bana hayran birçok yakışıklı erkek vardır, değil mi abimin kız arkadaşı?"

Martin'in kafası karışmıştı. Hâlâ o kızgın bakışları üzerimdeydi. Umursamadan oradan ayrıldım.

Uzaklaşırken Leni'nin kıkırdağını duydum.

"Sanırım bana hala kızgın."

Bu saçma ve tatsız karşılaşmamızdan sonra Martin'i bir daha o kızla görmedim, zaten çok geçmeden başka bir kızla çıkmaya başladı.

Neden ayrıldıklarını bilmiyordum, ama tahmin edebiliyordum. O kadar yapmacık ve sinir bozucu bir kızdı ki, Martin bir noktada dayanamamıştır.

Şimdiki zaman, hastanede

Kısa bir sessizlikten sonra pembe saçlı kız sordu: "Neden buradalar ki?"

Zar zor nefes alarak konuşmaya çalıştım ancak beceremedim.

Mor, kıvırcık saçlı kız eliyle ağzını kapatmış, endişeli bir şekilde bana bakıyordu. Onun aksine pembe saçlı kız daha sakin duruyordu, ama endişelendiği de açıktı.

"Az bir nefes al."

Birden öfkelendim.

"Ailemin başına bir şey gelmiş olabilir diyorum, neyden bahsediyorsun?"

Pembe saçlı kız şaşırmıştı.

"Dur, tamam! En son telefonunu nerede kullandın, hatırlıyor musun?

"Çatışma sırasındaydı. Böyle... açık mavi kılıfı vardı, aksesuar... olarak köpek balığı figürü... de vardı. Ama şu an... bilmiyorum ne oldu."

"O zaman kırılmış olabilir. Dur, bekle, benimkini kullan! Numaraları ezberinde mi?"

Başımı "hayır" anlamında telaşlı bir şekilde iki yana salladım.

"Hayır. Hayır bilmiyorum! Neden bilmiyorum?"

Onlara bir şey olabileceğinin stresiyle gözyaşlarına boğuldum.

Pembe saçlı kız ne yapacağını şaşırmışçasına bana bakıyordu.

"Tamam, tamam! Sakin ol. Telefonunu bulmaya gidiyorum, belki Yansıma Odası'nda bulunan eşyaları kayıp eşya bürosuna götürmüşlerdir. Sen bekle beni burada."

Ardından odadan çıktı.

Çok geçmeden siyah saçlı, yeşil gözlü ve beyaz önlüklü birini gördüm; oldukça endişeli görünüyordu ve koşmaktan nefes nefese kalmıştı.

Hemen en büyük abim Max olduğunu anladım.

Bana endişeyle baktı ve sordu: "Marin! İyi misin? Bir şeyin var mı? Yaralandın mı?"

Uzun zaman sonra ilk kez onu bu kadar endişeli görüyordum.

Max'e baktım, bir an ondan ilgi görebilmek için durumumu abartmalı mıyım diye düşündüm ama hem her şey çok hızlı geliştiğinden şok içerisindeydim hem de babam ve Martin için endişeliydim, bu yüzden bu düşünceyi değerlendirmeye bile almadım.

Ben de onların nasıl olduğunu sordum: "Yok, iyiyim ben. Abim ve babam nasıllar, iyiler mi?"

"Merak etme, buldum onları. Martin iyi, babamın da sadece eli yaralanmış."

Birden bakışlarını yatağıma ve çıkardığım seruma doğru çevirdi ve sonra tekrar bana baktı.

"İyi olduğundan emin misin? Serumu çıkarmışsın. Neden, ne oldu sana? Anlat!"

Bu, kendimi acındırmak için harika bir fırsattı.

"Şey... Bayılmışım sadece. İyiyim yani, sıkıntı yok."

Oooff, neden abartmadım ki? Benim için endişelenmiş gözüküyordu ve beni fark etmesi için elime geçen şansı kaçırdım, diye düşündüm.

"Oohhhh, çok korktum senin için."

Gerçekten de korkmuş gözüküyordu.

Keşke hep böyle olsa bana karşı, diye içimden geçirdim.

"Tamam sen şimdi yatağına geri git ve bekle beni burada, sana yeni serum getireceğim. İçine biraz vitamin de katacağım, halsizliğini giderir."

Yatağıma geri gittiğimde mor saçlı kızın yanına da uğradı ve ona nasıl hissettiğini sordu. Kız ona iyi hissettiğini söyledi, abimin birkaç sorusunu yanıtladı. Ardından abim aceleyle odadan çıktı.

Max oldukça tuhaf biriydi, hem soğuk görünür hem de sevdiği insanları oldukça önemseyen bir yanı vardı. Bu yanını direkt göstermese de davranışlarıyla kanıtlardı aslında, ailede yemekleri o pişirir ve haftada bir temizlikçimiz gelmediği sürelerde temizlik görevini de o üstlenirdi. Sanki annemiz gibiydi.

Ama Max'in bizimle pek bir iletişimi yoktu. Okuduğum üniversitede eczacı olarak çalışıyor, gereken ilaç ve panzehiri hem üretiyor hem de temin ediyordu. Temel seviyede tıp bilgisi de vardı, yani bir hemşire kadar tedavilerde yetkiliydi de. 2 yıl önce mezun oldu, o zamanlar savaş hâlâ devam ediyordu ve ateşkesin imzalanmasına 1 yıl vardı. Zaten mezun olduktan sonra da gönüllü olarak pek çok yaralı askere, vatandaşa yardım etti ve onlar için ilaç temin etti.

Savaş akademiyi eğitimi devam etmekten alıkoymadı. Zaten üniversitede askeri okul da vardı ve orada bulunan birçok asker ülkemiz için savaştı. Burası zayen başlı başına ünlü, yüksek başarısıyla tanınan ve prestijli bir üniversiteydi ve tarihi değeri vardı. Bu sebeplerden ötürü de savaş sırasında önemli bir yeri vardı bu okulun.

Her şey bir yana, abim gerçekten de yaşadığı onca şeye rağmen mezun olmayı başarmıştı. Savaş sırasında gördüğü korkunç görüntülerin yanı sıra annemizin kaybıyla da yüzleşmek zorunda kalmıştı.

Benim gözümde her zaman güçlü biriydi. Bunun yanı sıra her şeyimdi: benim abim, aynı zamanda anne ve baba figürümdü.

Ama ondan bir o kadar da nefret ediyordum. Acısını anlıyordum, ancak hiçbir zaman bu konuda yalnız değildi. Annesini kaybeden sadece o değildi, kaçırılmamış olsak da ben ve Martin de annemizin ölümüyle çok zor bir şekilde yüzleşmek zorunda kaldık.

Martin abimin nasıl ağladığını hâlâ hatırlıyorum, bir zamanlar birbirimizin halini bizden başka kimse anlamıyordu, sürekli birbirimize destek olmaya çalışıyorduk.

O gün Martin hem Max'e hem de babama bağırıyordu.

"Bakın şu zor zamanda birbirimize tutunmamız gerekiyor, anlamıyor musunuz? Biz de acı çekiyoruz, hatta belki de sizden daha fazla. Marin de ben de yorulduk artık, biraz siz de bir şeyler söyleyin."

Kimseden çıt çıkmadı.

Bu Martin'i daha da delirtti.

"Ya neden konuşmuyorsunuz? Bir şey söylesenize! Eeeh ama, yoruldum be! Ne? Ne bakıyorsunuz? Bir şey mi saklıyorsunuz bizden yoksa? Tüm sessizliğinizin sebebi bu mu?"

Max'in ve babamın yüzünde belli belirsiz bir korkuyla karışık endişe belirdi.

Bunu fark ettim, ama tam bir şey saklayıp saklamadıklarını soracakken Martin benim yerime sordu.

"Saklıyorsanız söyleyin de siz de kurtulun biz de!"

Max kendini toparladı ve gayet sakin bir şekilde yanıt verdi: "Hayır, yok öyle bir şey."

Babam hâlâ sessizdi.

"O zaman ne? Ne var ya? Ne!? Sabrımızı mı sınıyorsunuz?"

Bu sefer ben bağırıyordum.

"Marin, Martin lütfen-"

Max bizi sakinleştirmeye çalışıyordu.

"Ya abi bi siktir ya! Yeter! Ortama bak, annemizi kaybettik ve birbirine destek olan yok. Baba, en azından üç tane çocuğun olduğunu hatırla. Biz yaşıyoruz! Biz hâlâ hayattayız ve hayatta olduğumuz sürece bize karşı olan sorumlulukların bitmeyecek. Bir baba olarak görevini yerine getireceksin. Zorundasın."

Yine sessizlik oldu. Martin bağırmaya devam etti.

"Ya cidden neden herkes bu kadar ilgisiz?"

Martin'in bu cümlesi beni öfkelendirdi.

"Ne demek herkes ilgisiz? Beni niye dahil ediyorsun, sürekli çabalıyorum burada, görmüyor musun?"

"Of, senden bahsetmiyorum ben! Tüm bu dediklerim sevgili ağabeyimiz ve kendi çocuklarını sikine bile takmayan, sorumsuz, işe yaramaz babamız için!"

Martin en sonunda dayanamayıp ağlamaya başladı. Bu kadar tasasız, bizi şakalar yapıp güldüren ve her zaman neşeli olan bu insanı böylesine ağlarken çok nadir gördüm.

Birden Max, Martin'e yaklaştı ve ona sarıldı. Martin hıçkırarak ağlıyordu, sanki hepimizin yerine ağlarmışçasına.

Babam bize bir süre baktı, uzun zaman sonra yüzünde birkaç duygu belirtisi gördüm. Gözleri dolmuştu, sanki ağlamamak için kendini tutuyordu. En son bahçeye çıktı ve üçümüz salonda yalnız kaldık.

Abilerim sarılırken yanlarında duruyordum. Kendimi tutamadım ve ben de ağlamaya başladım. Birden bir kol beni kendine doğru çekti, bu Max'ti. Martin diğer omzunda ağlarken bir yandan da bana sarıldı. Bir süre öylece kaldık, ağlamaya devam ederek…

Aslında ilk başlarda Martin beni önemsiyordu ama bu çok uzun sürmedi. Babam ve abim gibi o da benden uzak durmaya başladı.

İki abim vardı ve ikisini de anlamak çok zordu.

Bazen gerçekten beni önemsediklerini hissederdim, yine de hep ilgisiz gözükürlerdi.

Bir süre sonra Max hem bana hem de mor saçlı kıza vitaminli serum getirdi. Serum bittiği zaman babamı ziyarete gittim ve yaralanan elinin iyi olup olmadığını sordum.

More Chapters